Bir milletvekilinin Diyanet İşleri Başkanı’na yazdığı açık mektuptan sonra; ülkemizin dış
mihraklar karşısında verdiği mücadelenin yok sayılıp gündemden düşürülüp diyanetin dizayn
edilmesi ile ya da kapatılması ile ilgili bir gündemin peşine takılan burjuvazinin seküler
zihniyeti, yapay bir retoriğe halkın inanmasını beklemekte.
Sormak lazım laik devlet sisteminde din ve devlet işleri farklı kulvarların muhtevası olarak icra
edilecekti ise diyanet işleri ve İmam Hatipler neden kurulmak istendi? Neden din devletin
dizaynına mecbur bırakıldı? Bu neyin inşasıydı ya da devlet kendi isteği ile laboratuvar
ortamında bir Müslüman mı yaratmak istedi. Eğer iyi niyetle bu kurumlar kurulduysa onlarca
yıl sol fraksiyonların elinde olan iktidar, bu kurumların asimilasyonuna ya da kendi söylemine
uygun hareket etmesi noktasında bir baskı aracı olmadı da sadece şimdi mi oldu? Eğer bunu
kendileri de yapmışsa asıl sorunun bu erki kendilerinin değil başkalarının kullanıyor olması mı
?
Altını çizmek istediğim asıl konu dinin siyasete hiçbir dönem asla hizmet etmemesi. Din
siyasetin sağlamasını yapacağı yer asla olmamalı. Fakat darbenin ve baskıcı geleneğin
temsilcisi bu zihniyet, sadece son dönemlerde diyanetin siyasallaşması üzerine iddialarda
bulunarak sert ifadeleri ardı ardına sıralamaktadır.
Peki, bu ülkede Türkçe ezan unutuldu mu? Bu ülkede Kur ’an’ın toplatılması unutuldu mu? Bu
ülkede başörtüsü yasağı unutuldu mu? Bu ülkede Cuma hutbelerinin imamların eline
tutuşturulduğu unutuldu mu? Yani şimdilerde konuştukları şeylerin tabiri caizse babası kendi
dönemlerinde gerçekleşmedi mi?
Bu kapsamda bu iddialarla ilgili fikir beyan edecek unsurlar sıralamasında 28 Şubat zihniyetinin
sancaktarlığını yapan kişi ve kurumların en sonda gelmesi gerektiğini hatırlatmakta fayda var.
Halkın irfanı ve izzeti sayesinde izole edilmeye çalışılan diyanet hala bu fraksiyonlara rağmen
belirli bir kalitede ayakta durmayı başarabilmiştir. Tabi ki zaman zaman itikadi noktada veya
birçok fıkhi noktada bazı kişileri memnun edemeyen durumları da vatandaşlar olarak
yaşadığımız olmuştur. Diyanetin fetvasının sadece bu kuruma karşı aidiyet hissedenleri
bağladığını unutmamak gerekir. Yani bu kurumun hukuki bağlayıcılığı kastedilen anlamda
mevcut değildir. Halkın üzerindeki bağlayıcılığı görecelidir.
Burada tartışılacak en önemli hususlardan bir tanesi de diyanet veya imam hatip camialarını
temsil eden bir kısım vatandaşın batı çalışma grubunun temel prensiplerini şiar edinen kişilere
malzeme vermesi kendi tağutlarının peşinde koşmasıdır. Statü veya maddi zenginlik kaygısı bu
kesimin eline asla yakışmayacak bir seküler kazançtır. Tabi ki bu camiaların içinde de bu sınavı
veremeyenler vardır. Burada insanlar üzerinden kurumların tartışılması ve yıpratılması ne kadar
realist bir politikadır diye akil insanlara sormak gerekir.
Diğer bir husus, onlar konuşsun biz işimize bakalım diyen Müslümanlara gelince onlara şunu
hatırlatmak gerekir. İstanbul seçimleri kaybedildikten sonra (ki kaybedilebilir), başkanlık
sistemi tartışmaya açıldığı gibi başörtüsünün kamudaki pozisyonu da bu ulusalcı zihniyeti
temsil edenlerce tekrar gündeme getirilmişti. Yani iktidar ve muktedir olma kavramlarının ne
anlama geldiğini bu camia mensuplarının sözlüğe tekrar bakıp irdelemesi gerektiğini
düşünmekteyim.
Lakin sadece dinin politize olmasını problem olarak kabul etmemeliyiz. Bu ülkede hukuk,
eğitim, milli savunma gibi alanlar bu fraksiyonların erk olduğu zamanlarda çok ciddi politize
olmuş, siyasallaşmış hatta siyasal erkin ideolojisinin kanıksanması zorunluluk olarak görülmüş
bir durumdaydı. Daha düne kadar kimyasal ortamlarda hazırlanan ve doğal bir süreci
yansıtmayan eğitim sistemimiz içinde barındırdığı birçok muhtevayı bu zihniyetin ideolojik
saplantılarına borçlu değil mi? Onlarca konuyu saptırarak tarihi bilgileri sansürleyen bu ideoloji
değil miydi ?
Tam olarak izah etmek gerekirse 1950-1960 yılları haricinde Özal dönemine kadar siyasal
iktidarlar resmi görüşünü bu kurumları izole ederek devletin resmi söylemi ve tutumu haline
getirmiştir. Objektif olmak gerekirse diyanet o günlerden daha fazla siyasallaşmış bir durumda
değil. Şahsen ben de diyanetin kapsayıcılığına zarar verecek ideolojik tutumlar sergilemesine
karşıyım. Siyasal söylemlerden uzak durup savunduğu ilkelerinin vücut bulması için çalışması
gerekmektedir. İçinde bulunduğumuz süreç katiyen Cumhuriyetin kurulmasından sonra oluşan
süreç kadar ideolojik veya siyasal olmamıştır. Gündemi oluşturan ve medyada tartışılacak bir
done olarak her programı fırsat bilen gazeteci kimliği altında bir zihniyetin, dine karşı bitmeyen
öfkesinin ve kendi ideolojik saplantılarının bir çıktısı olarak bu tartışmaya imza attıklarının da
farkındayız. Gerçekten yapıcı bir eleştiriden ziyade kendi ideolojilerinin şövalyeliğine bürünen
bu kişilere Türk halkının uygun cevabı vereceğini düşünmekteyim.
Medya tekelinin değişip gelişmesiyle bu fraksiyonun gücü de azalmıştır. Fakat yeni medya
patronlarının kendi düşünce trafiğini yönetecek halka bir kampanya şeklinde sunabilecek bir
insan kaynağı problemi olduğundan, kendi medya sektörlerini de mikro milliyetçi ya da liberal
unsurların eline bıraktığını söyleyebiliriz. Bugün medyada siyasal iktidara yakın birçok kanalda
hala eski zihniyetin köhne gazetecileri veya moderatörleri boy göstermekte. Stratejik
zamanlarda rol alıp eski zihniyetin köhnemiş düşüncesinin kalemi ve kelamı olarak aynı davaya
hizmet etmektedir. İşte asıl acı olan dev binaların satın alınması değil onları donatacak liyakatta
insan kaynağına ulaşabilmek ya da bu kaynağı yetiştirebilmektir.
Diyanetin kendi ideolojik takıntısı uğruna kalkması gerektiğini büyük bir özgüvenle savunan
kişilere karşı bu devletin asli ve yerli unsurlarının daha cesur söylemlerine ve tutumlarına
ihtiyacı vardır. Eğer bunu yapmazsak Barış Pınarı Operasyonu sırasında bile cemaat
mensuplarının şalvarını konuşup dururuz. Son yüzyıldır yaptığımız gibi… Ama artık SİHA
yapabilen bir devletiz ve bu yapay gündemlere karşı şedit bir dil de geliştirebiliriz. Atatürk
portresinin arkasından kendi düşüncesini dikte eden ve milletin yaşam alanına müdahale eden
binlerce yıllık tarihi realiteyi bir asra sıkıştıran bu zihniyet; kendilerine ulusalcı, solcu veya
Kemalist dese de bu sıfatları taşıyan gerçek gönüllüleri tarafından bile kabul görmeyeceği
inancını taşımaktayız. Çünkü Çanakkale bize hepimizin bir portesi olduğunu öğretmişti Türkiye
portesi içinde barındırdığı yerli ve milli unsurlarla değerli. Batı medeniyetinin insanlık
katliamını görmezden gelip onların hukuk düzenini ilahi bir sistem olarak görüp kendi
değerlerini yok saymak bir basiretsizlik göstergesidir. Yanlış olanı dogmalaştırmadan
geleneğin mirasını koruyup çağdaş bir vizyonla sentezlemenin çok zor olmaması gerek. Bu
ülkede herkesin bir önceliği vardır. Kimi bunu Göktürk’ten, Uygur’dan, Selçuklu’dan veya
Osmanlı’dan başlatır kimi de Atatürk’ün başrol oynadığı Cumhuriyet’ten belki de bazıları daha
üst bir vizyondan bahsedebilir. Ümmetçilik, insancılık adını ne koyarsan koy bunlar bu ülkenin
kendi unsurlarının geliştirdiği bir öğreti ise kendi içimizde oturur tartışırız ama bunlar birileri
tarafından içimize nifak tohumu olarak ekilmişse o zaman ona göre tavır takınıp bir misyon
geliştiririz. Fakat bunu yaparken kendimizi batıya şikâyet ederek ya da bu inançları temsil
edenleri tehdit ederek yapmamalıyız. Son tahlilde Diyanet kurumsal bir yapıyı teşkil eden bir
mercidir, tıpkı hukuk ve eğitim gibi birilerinin yaftalamasıyla kaldırılacak küçüklükte bir
kurum olmadığı ortadadır.
Siyasallaşmamış, teslim olmamış, geleneği bilen, günceli takip eden, kimsenin rant sahası
olmayan özgür, hür ve adil bir Diyanete selam olsun.
TANER EROL