Yolum uzun, trafik çok yoğundu. Hem biraz ekonomi olsun, hem de uzun zamandır son sayfalarını okumaya fırsat bulamadığım kitabımı da okur bitiririm düşüncesiyle arabamı almamış, dolmuşla gitmeye karar vermiştim.
Dolmuşun arka sıralarında bir koltuk seçip, tam da okunmayı bekleyen boynu bükük sayfalarla gönül bağı kurmaya başlamıştım ki, yan tarafımdaki ikili koltuğa, 17-18 yaşlarında, ağzındaki sakızı cakkada cakkada çiğneyerek gelen bir genç kız oturdu.
(Eyvah! Elimde değil, takıntım var, çiklet sesine dayanamam.)
“En iyisi yerimi değiştireyim” diye düşündüm ama bakındım, bakındım, oturacak yer kalmadığını anlayınca çaresiz kaderime razı oldum.
“Ya sabır” çekerek aklımı kitaba vermeye çalışırken, bu seferde küçük hanımın cep telefonu oynak bir havayla çalmaya başladı.
“Neyse, Allahtan çikletin sesi kesildi “diye teselli bulmaya çalışmıştım ama kızımız öyle rahattı ki, sanki evinde konuşuyordu. “Dinlemeyeyim, kafamı takmayayım” demiştim ama olacak gibi değildi, istemesem de tüm konuştuklarını duyuyordum.
Önceki hafta gittiği sinema filminden tutun da, annesinin siyatiklerine, sevgilisinin Sevgililer Günü gafından tutunda, Avea’nın kaç dakikalık paketine abone olduğuna, yeni şampuanının kokusundan tutunda, dün akşamki türkü gecesine kadar hayatıyla ilgili her şeyi öğrendim.
Şeytan habire dürtüyordu, dön söylen: Hani ”kızım senin hayat hikâyeni dinlemek zorunda mıyım? Biraz yavaş konuş, ya da kısa konuş; içim bayıldı ” gibisinden…
Neyse ki şeytanıma uymadım, ona da sataşmadım ama o günden beri böyle toplu yerlerde cep telefonuyla başkalarını taciz edecek kadar yüksek sesle konuşanlardan gıcık kapar oldum…
(Sen misin böyle düşünen, sen misin böyle hisseden!)
Biraz dinleneyim diye İstanbul’a kaçamak yaptığım geçen hafta, Taksim taraflarındaki işimi bitirip Tarlabaşı’ndan T89 Nolu belediye otobüsüne bindiğim andan itibaren telefonum çalmaya başladı.
Tiyatroyla ilgili planladığımız bazı işlerden dolayı Antalya’dan birkaç arkadaş beni aramak zorunda kalmışlardı. Tesadüf bu ya, bir görüşmeyi bitiriyordum, ardından bir başkası arıyordu. Bir diğeriyle başka bir konuyu konuşurken, bir başkasının beni aradığına dair sinyal geliyordu. Konuşma sonlanınca beni arayan diğer kişiye dönüyordum.
Derken bir ara, yanlışlıkla aradığım bir arkadaşa: ” Aaa seni değil filancayı arayacaktım, pardon!” deyip ardından asıl numarayı tuşlamaya koyulmuştum ki, 40 yaşlarında, uzun bacaklı, sarı- sırma saçlı otobüs şoförü, koltuğun arkasına hırsla kolunu atıp kaç numara olduğunu çıkaramadığım o sert bakışlarını bana çevirip; ”YeteRRR be kardeşiMMM Tarlabaşı’ndan beri konuşuyorsun. Bağcılar’a geldik, hâlâ vır vır vır vır… Yeter be, kafa beyin bırakmadın yaVVV!”demez mi?
“Beni mi dinliyorsun kaRRRdeşim, sen kendi işine bak! “ deyip efelenecektim ama hem buraların yabancısıydım, hem de muhatabım kişi bıçkın mı bıçkın ve asabi mi asabi bir otobüs şoförüydü(!)..
”SuS” dedim kendime, SuSSS!”
Zaten o anda fark etmiştim ki otobüsteki tüm yolcuları sanki bir ölüm sessizliği sarmıştı.
Öyle olunca, ben de ister istemez,”İyi ki susmuşum !”diye düşünmüştüm…
…
Doğrusu günün birinde benim böyle bir duruma düşeceğimi söyleselerdi, hayatta inanmazdım… Hani ben, az konuşan, ağırbaşlı, saygın vede kibar bir hanım ablayım ya ondan(!)..
Toplu yerlerde telefonla yüksek sesle konuşup etrafı rahatsız ediyorlar diye gıcık kaptığım familyaya ben de dahil oluvermiştim ya, amma da ayıp etmiştim!
Bir tırstım, bir utandım ki sormayın; Keşke o an duman oluverseydim, keşke beni kimse fark etmeseydi, keşke kırıp dizimi evimde otursaydım be yaa!
Koltuktan aşağı doğru yavaşça bedenimi kaydırdım, elimde tuttuğum güneş gözlüklerini gözüme geçirdim, telefonumu çaktırmadan sessize aldım, durağa geldiğimde ise apar topar otobüsten indim.
…
Sahi neydi o lâf; “başkasında kınadığın bir hareketi sen de yapma”mıydı?…
Değil miydi?
Uydurdum mu yoksa?
Var mıydı böyle bir söz, ya da kim söylediydi sahi?