Türkiye’de demokrasi neden Batı standartlarına ulaşamıyor? Toplum, neden içinde bulunduğu yaşam standardını yeterli görüyor, fazlasını talep etmekte ısrarcı değil ?
Bunun uzak ve yakın tarih üzerinden okumasını yaptığımızda iki olguyla karşı karşıya kalırız; Osmanlı toplumu çağına göre ileri, kendi içinde toplum yapısına uygun bir iç düzen geliştirebilmişti. Bu durum toplumun demokrasi arayışını engelledi.
Osmanlı Devleti sonrasında ise Türk Modernleşmesi Batı ile mesafesini kapatmak için çok hızlı, indirgemeci bir yöntemle değişimlere girişti. Ve dayatmalar sonucu çok kısa zamanda toplumsal yapımızda, kurumsal yapımızda değişimler meydana geldi.
Türk Devletinin Osmanlıdan devraldığı toplumsal yapının özellikleri , Cumhuriyet döneminde de özelliğini korudu. Bir yanda modernleşmenin getirdiği yenilikler Türkiye’yi Türk-İslam dünyasının önüne geçirirken, diğer yanda geçmişten devraldığımız hamur değişimle bütünleşti. O nedenledir ki, toplumumuz Batı toplumu kadar talepkâr olmadığı gibi, fırtınalar karşısında Batı toplumlarından çok daha dayanıklı. Bu tablo her ne kadar olumlu olarak okunsa da demokratik gelişmenin hızını etkilemekte, hatta yer yer yerinden saymasına yol açmakta.
Demokrasimizin istenilen düzeyde gelişememesinin nedenleri üzerine düşünceler üreten kişilerden biri olan İsmail Cem bakınız demokrasi serüvenimiz ile ilgili neler söylemekte;
“Tarihimizde ve geleneklerimizde demokrasi diye bir şey pek yoktur. “İyi” ya da “kötü” diye değil, ama bir vakıa olarak bu açıktır. Bugün okullarda öğretilenden çok daha uygar, daha anlamlıdır Osmanlı dönemi, ama demokratik anlayış ve uygulama yokluğunun da örneğidir. Yüzyıllar boyu, asker ve sivil bürokrasinin yönetimindeki merkez tarafından ve bu merkezden arası kesin çizgiyle ayrılmış bir “çevre” olarak bu toplum yaşamıştır. Demokrasinin tohumunu taşıyan ve çevre ile merkez arasında oluşan “ara tabakalar,” özerk şehirler, çevrenin temsilciliğini yapabilecek kurumlar, sınıflar, yüzyıllar boyu gelişmemiştir. Danışma ve “diyalog” değil, merkezden çevreye yönelik emirleri içeren bir “monolog” söz konusu olmuştur.
Demokrasi, bütün dünyada, çağdaş sınıfların tarih sahnesine çıkmalarıyla başlar, daha doğrusu gelişir. Bu sınıflar, “demokrasiye” ideal olarak bağlandıklarından değil, kendi güncel, somut yararları için buna sarılmışlar, kavgasını vermişler ve başarmışlardır. Demokrasiyi 18. yüzyıldan başlayarak kademe kademe gerçekleştirmişlerdir. Türkiye’mizde ise, çağdaş sınıf denebilecek bir güç olarak sanayiciyi ve işçiyi görmek için, en iyimser tarih 1920’lerdir. Otoriter tek parti yönetiminden çok partiye geçildiğinde ise, demokratik siyasal kurumlardan ve demokratik anlayıştan çok, her biri kendi içinde tek parti zihniyetini sürdüren “çok sayıda” tek parti çıkmıştır ortaya.
Kısaca, siyaset tarihi ve geleneğimizde, demokrasi pek yoktur, onun tamamlayıcısı ve uzantısı olan hoşgörü, diyalog, uzlaşma da yoktur.” ( “Geçiş Dönemi” Türkiyesi-S.8-9)