Islak toprağın kokusu, erken sabahın huzuru, gül yaprağının buğusu…
Ve akşamdan beri diline pelesenk olan şu eski şarkı…
Rengârenkti, mayıstı ve o, ne çok severdi mayısı…
Bir de göz açıp kapayıncaya kadar bitmeseydi, gitmeseydi…
İşte yine akasyalarla, işte yine iğde çiçekleriyle gelmişti mayıs, yazın müjdesiyle gelmişti.
Ama bir elinde aşk, diğer elinde ayrılıkla gelmişti.
Bir elinde sadakat, diğer elinde ihanetle gelmişti.
Bir elinde umut, diğer elinde hüsranla gelmişti.
O yine de mayısı sevmekten vazgeçmedi(!)
…
Yağmurla yıkanmış caddelerden geçerek kıyıya doğru yürüdü.
Lodosla devleşmiş dalgalar, gürültüyle falezlere çarptı, köpürdü.
Şaşkın martı, o bata çıka ilerleyen balıkçı teknesinin üzerinde umutla kanat çırptı…
Yağmur bulutları koşar adım yer değiştirdi, ufukta bir şimşek çaktı…
Rüzgâr, genç çınarın dallarında uğuldadı, erguvan ağacının çiçeklerini savurdu…
Tüyleri sırılsıklam beyaz sokak köpeği, kırmızı otomobilin peşinden öfkeyle koşturdu…
…
Kadın kıyıdaki yaşlı çamın gövdesine sırtını dayadı ve umutla içindeki kara bulutları savuracak bir rüzgâr bekledi…
O güçte bir rüzgâr olmadığını adı gibi biliyordu aslında; biliyordu da yine de umut etmek iyi bir şeydi… Ve adı gibi bildiği diğer şey;
“Yaşamın umutla çekilir olduğu, acıların da, yılgınlıkların da tıpkı mayıs gibi bir gün son bulduğuydu…”
****